TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Emin Koramaz Cumhuriyet’in sorularını yanıtladı.
Bir depremin önceden belirlenmesi için 3 kritik sorunun yanıtlanması gerekir. Nerede? ne büyüklükte? ne zaman? Bunlardan ilk ikisi belirli bir hata payı içerisinde yanıtlanabilir. Ancak üçüncü soruya bugünkü teknoloji ve bilgiler ışığında yanıt verebilmek mümkün değil. Ülkemizdeki aktif faylar, şehirlerimize çok yakın ve yıkıcı dalgalar 8-10 saniye içerisinde geliyor. Bu yüzden topluma erken uyarı sinyali verebilmek maalesef mümkün olamıyor.
‘ERKEN UYARI SİSTEMLERİ KURULUYOR’
Erken uyarı istasyonlarına ulaşan deprem dalgaları arasındaki saniyeler mertebesindeki zaman farkından yararlanılarak, çeşitli kritik tesislerin kontrollü kapatma işlemlerinin devreye girmesi için veri aktarımı sağlanabiliyor. Örneğin bir doğal gaz dağıtım şirketi yıkıcı deprem dalgası gelmeden ana vanaları kapatarak olası yangınları ve patlamaların önlenmesini sağlar. Bir hızlı tren hattında yolcuların can güvenliği sağlamak için trenin durdurulması, bir nükleer santral varsa devre dışı kalması, kimyasal üretim yapan bir tesisin veya bir elektrik şirketinin tesislerinin kontrollü kapatılması bu sistemler vasıtası ile sağlanır. Böylece bir deprem sonrasında olağan günlük yaşama hızlı dönüş ve depremin çevreye vereceği zararlar minimize edilir. Şu anda, ülkemizin değişik illerinde, büyük mühendislik yapılarının, limanların, tesislerin, hızlı tren güzergâhlarının bulunduğu bölgelerde erken uyarı sistemleri kuruluyor.
AFAD ve ilgili tüm kamu kurumları bu sınavda başarılı olamadı. Deprem sonrası ilk iki gün AFAD bazı bölgelere hiç gidemedi bazı bölgelerde ise çok az sayıda ekip bulundurabildi. Ekip ve ekipman yetersizliği nedeniyle etkin bir arama- kurtarma çalışması yapamadı, yardım malzemelerini deprem bölgelerine ulaştıramadı ve haberleşmede ciddi sorunlar yaşandı. Sürece ilişkin en temel değerlendirme plansızlık ve organizasyonsuzluktur.
Çadır temininde yaşanan sıkıntı nedeniyle depremin yaşandığı hafta vatandaşlarımız sert kış koşullarında eksi 14 dereceye varan soğukta gecelerini sokakta veya araçlarda geçirmek zorunda kalmıştır.
Depremden sonra, Kızılay tarafından Malatya’da kurulan, dünyanın en büyük afet barınma ünitesi üretim merkezi olarak tanımlanan ülkedeki en büyük prefabrik yapı ve konteyner üretim fabrikasının deprem sonrası barınma ihtiyacını karşılamak üzere yeterli çadır ve prefabrik ünite üreterek stoklamadığı ortaya çıktı.
‘ALT YAPI YETERSİZLİĞİ’
Deprem bölgesinde kurulan geçici barınma alanları depremden etkilenen 2.5 milyon vatandaşımızı barındırmaya yetmediği gibi altyapı hizmetleri bakımından da yetersiz kaldı. Bölgede kurulan çadırkentlerde bu standartlara uyulmadı. Hızla kurulan çadır kentlerde insani gereksinimler dikkate alınmadı, salt kapalı alanlar oluşturma anlayışı egemen oldu.
‘YANGIN, SEL VE FIRTINA MAĞDUR ETTİ’
Yer seçiminde yapılan hatalar ve altyapısı kurulmadan oluşturulan çadır kentlerde kullanılan iklim şartlarına ve yangın standartlarına uygun olmayan malzemeden üretilmiş çadırlar zorlu kış koşullarına dayanamadı. Adıyaman, Diyarbakır ve Şanlıurfa’da yaşanan seller, Adıyaman, Hatay, Kahramanmaraş ve Osmaniye’de çıkan yangınlar, İskenderun’da yaşanan fırtına çadır kentlerde yaşayan depremzedeleri defalarca mağdur etti.
Ekonomik olarak ayağa kaldırılamamış kentlerde sağlıklı kentsel işleyişlerin sürdürülebileceğini beklemek eşyanın doğasına aykırıdır. Açık söylemek gerekirse geçen bir yıllık sürede depremzede yurttaşlarımıza yönelik olumlu anlamda kayda değer bir değişiklik olmadı. İktidar genel seçimler öncesinde hiç utanmadan depremi bir siyasi rant olarak kullandı, depremzedelerin bir yıl içinde kalıcı konutlara yerleştirileceği gibi akıldışı vaatlerle oy devşirmeye çalıştı. Ancak bugün depremden etkilenen pek çok kentimizde kalıcı konutların tamamlanması bir yana enkaz kaldırma çalışmaları dahi tamamlanamamış durumda. Yurttaşlarımız halen geçici barınma alanlarında yaşamını sürdürmeye çalışıyor.
‘KAÇAK YAPILAŞMA RİSKİ’
Yerel yönetimlerde teknik personelin yeterli düzeyde ve yetkinlikte olmaması nedeniyle orta hasarlı binalara güçlendirme ruhsatı verilme süreci ağır aksak ilerlediği için yurttaşlarımız depremden etkilenen yapılarını yasal süreçleri yerine getirerek yaptırma konusunda sorun yaşıyor. Bu da güçlendirme projelerinin ve uygulamalarının denetim dışı kalması nedeniyle başka türden bir kaçak yapılaşmayı beraberinde getiriyor.
‘HASARLI EVİNE DÖNEN VAR’
Altyapı sorunları çözülemediği için yağışlı kış aylarında depremzedeler trafik çilesine, su baskınlarına maruz kalıyor. Deprem sonrası iktidar ve yerel yönetimler elektrik ve su faturaların altı ay boyunca alınmayacağına dair resmi açıklamada bulundu. Ancak bu süre güz aylarında tamamlandığı için evinden, barkından işinden gücünden olan vatandaşlarımız ısınma amaçlı kullandıkları elektrik nedeniyle yüksek faturalarla karşı karşıya kaldı. Çareyi ya hasarlı evlerine dönmekte ya da çadırlara geçip soba ile ısınmakta buldu. Sonuç itibariyle depremzedeler için değişen hiçbir şey yok.
Depremin üzerinden henüz 18 gün geçmişken, 24 Şubat 2023 tarihli 32114 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 126 no.lu Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle deprem nedeniyle olağanüstü hal ilan edilen illerde yerleşme ve yapılaşmaya ilişkin bir takım düzenlemeler yapıldı. Kararnameyle yapılaşma süreçlerine ilişkin İmar Kanunu ve ilgili yönetmelikleri tamamen devre dışı bırakan ve yöre halkının katılım ve itiraz imkânlarını yok eden bir süreç başlatıldı. Bunun yanı sıra yürürlükteki mevzuat gereğince imar planı yapım sürecinde yerine getirilmesi gereken birçok analize, çalışmaya ve kısıtlara uyma zorunluluğu da ortadan kaldırıldı.
‘TÜRKİYE BELEDİYESİ’
Kararnameyle Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı “Türkiye Belediyesi” olarak her türlü yetkiye sahip kılındı. Oysa kentsel yaşam yeniden kurgularken, kent planlamanın yararlandığı mühendislik bilimleri üzerinden üretilen verileri kullanma esas olmalı. Yeni yerleşim yerleri oluşturulurken kentlerimizin tarihsel, sosyal ve kültürel dokusunun, yerel mimari birikiminin ve yaşam biçimlerinin korunmasına özen gösterilmeli.
Bölge ve il ölçeğine bağlı olarak öncelikle doğa olayları kaynaklı risklerin tespit edilmesine ilişkin çalışmaların yapılması ve bu risklerin en aza indirilebilmesi için alanın özgün koşullarına uygun sakınım önlemlerinin tespiti ve bu önlemlerin bağlayıcı şekilde mekânsal planlarda yer alması sağlanmalı.
Deprem bölgesinde yapılan incelemelerde Hatay, Kahramanmaraş, Adıyaman ve Malatya’da kalıcı konut alanlarının kent merkezlerine uzak, tarım arazileri, orman alanları veya doğal-arkeolojik sit alanlarına yakın veya üzerinde seçildiği gözlemlendi. Bu alanların seçiminde öncelikli kriterlerin, taşıyıcı kapasitesi yüksek zemin ve mülkiyet sorunu olmadan hızlı yapım olanağı sağlayan kamuya ait arsalar olduğu anlaşılıyor. Yalnızca konut alanlarının bir an önce inşa edilmesi konusuna odaklanmış; en temel bilimsel ve teknik gereklilikleri bile dışlayan bu yöntemle kadim bir geçmişe sahip kentlerimizin yeniden inşa edilemeyeceği açıktır.
TMMOB ve bağlı odaları depremin ilk gününden itibaren büyük bir seferberlik içinde olduk. Bir yandan üyelerimizin mesleki bilgi ve birikimini deprem bölgesindeki mühendislik, mimarlık, şehir plancılığı hizmetlerinin karşılanması için yönlendirirken, diğer yandan da topladığımız yardım ve barınma malzemelerini bölgeye gönderdik. Yöneticilerimiz ve gönüllü üyelerimiz depremin ilk gününden itibaren bölgenin her yerinde çalışmalara katıldılar.
‘BAKANLIĞA VE AFAD’A YAZI YAZDIK’
Depremin ilk günü bölgede yürütülecek çalışmalarda her türlü desteği vermeye hazır olduğumuzu belirten bir yazıyı Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile AFAD başkanlığına ilettik. Ne yazık ki bu yazımıza ve defaatle yaptığımız telefon görüşmelerine rağmen olumlu bir geri dönüş olmadı.
‘İL MÜDÜRLÜKLERİ DESTEK İSTEDİ’
Depremin yaşandığı hafta Oda merkezlerinden herhangi bir destek istenmese de Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığının bazı il müdürlükleri, konusunda uzman üyelerimizin yürütülecek hasar tespit çalışmalarına katılması için destek istedi. Bakanlık tarafından kurulan bu ilişki tarzı, bizim bölgede koordineli bir çalışma yapma taleplerimizle örtüşmese de bölgedeki çalışmaların aciliyeti göz önüne alınarak gönüllü üyelerimizin bölgeye sevki sağlandı.
Ancak ilerleyen süreçte ne geçici yerleşim alanları ne de yeniden yapılaşma ile ilgili çalışmalarda birliğimizin görüşleri alınmadı.
4708 sayılı Yapı Denetimi Yasası 1999 Marmara depremlerinden sonra dönemin siyasi iktidarı tarafından alelacele çıkartıldı. Yapı Denetim Yasası ile devletin asli ve sürekli görev alanı olan yapı denetimi alanı, yani kamunun can ve mal güvenliği yapı denetim şirketlerine havale edildi. Yani ticari bir faaliyete dönüştürüldü. Özelleştirilen her kamu görevinde olduğu gibi yapı denetimi de sermaye ile ilişkilenerek hızla yozlaştı ve işlevsizleşti. Son 20 yılda yaygınlaştırılan yapı denetim düzeni, kısmi iyileştirmeler getirse de sağlıksız inşaat ve yapılaşma kültürünü değiştirmedi, sadece devletin sorumluluğunu üzerinden atacağı mekanizmalar halini aldı. Amacına ulaşmayan bir yapı denetim sistemi de afet dirençli kentlerin oluşmasına katkı koyamıyor, her doğa olayının bir büyük felakete dönüşmesini engelleyemiyor.
Yapı denetim sisteminde, yaklaşık 700 bin mühendis, mimar ve şehir plancısının meslek örgütü olan kamu tüzelkişiliğine sahip TMMOB ve bağlı odaları sistem dışı bırakıldı. Yasada, mühendislik ve mimarlık hizmetlerinin mesleki yeterlilik, eğitim ve belgelendirme gibi başat unsurlarının denetleme organı olan meslek odaları göz ardı edildi. Denetçi belgeleri Bakanlık tarafından veriliyor ve yenileniyor, siciller Bakanlık tarafından tutuluyor, eğitimler Bakanlık tarafından düzenleniyor. Odalarımıza üye mühendis ve mimarlar yapı denetim kuruluşlarında ücretli çalışan denetçi ya da kontrol elemanı olarak istihdam ediliyor.
Yasa, yapı denetim kuruluşlarının alacağı ücreti belirlemişken, asıl sorumluluğu üstlenen yapı denetçisi mimar ve mühendislerin ücretlerini piyasa koşullarına terk etti. Verilen hizmet ile alınan ücret arasında ciddi bir orantısızlık bulunuyor. Yapı denetim firmalarında çalışan mühendisler, düşük ücret, hiç yatırılmayan veya düşük yatırılan sigorta primleri, fazla mesai ücretlerinin ödenmemesi gibi özlük hakları ile ilgili sorunların yanı sıra meslek tanımı dışında işlerde çalıştırılma gibi meslek saygınlığını zedeleyen dayatmalara, başka meslek disiplini mensubu proje müelliflerinin hazırlamış olduğu ruhsat eki etüt ve projelere imza atma ve onaylama gibi durumlara maruz kalıyor.
Birliğimizin hedefe konulmasında milat olarak 6 Şubat’ı alırsak hata etmiş oluruz. TMMOB, kamusal birikim ve hizmetleri sermayeye devrederek bu kesimler lehine haksız kazanç sağlayan, usulsüzlük ve hukuka aykırı uygulamalar karşısında mücadelesini yıllardan bu yana sürdürüyor. Bu mücadelenin, iktidara özellikle serbestleştirme, özelleştirmeler ve çevre ve kent rantları konusunda engel oluşturduğu biliniyor. Bu nedenle TMMOB örgütlülüğü, bizzat Cumhurbaşkanı, Bakanlar ve bazı Büyükşehir Belediye Başkanları ile yandaş medyanın ağzından birçok kez hedef tahtasına oturtuldu.
‘ENGELLER BİZİ YILDIRMAZ’
Ancak hiç kimse ya da hiçbir baskı bizi meslek alanlarımızla ilgili politikaların toplum yararına düzenlenmesi için öneriler geliştirmekten, bu önerilerin yaşama geçirilmesi için mücadele etmekten ve en genel anlamda bağımsız ve demokratik bir Türkiye’nin yaratılması yönündeki çabamızdan alıkoyamaz.
Siyasi erk bizatihi kendi kurumları tarafından hazırlanan, deprem zararlarını azaltmaya yönelik somut bir adım atılmış olması nedeniyle olumlu bir gelişme olarak değerlendirdiğimiz bu eylem planını dahi uygulamamış ve rafa kaldırmıştır. Neden ders alınamıyor derseniz… Bugün bu röportajda dile getirdiğimiz sorunları ülkeyi yönetenler en az biz mühendis, mimar ve şehir plancıları kadar iyi biliyor aslında. Biz düne göre çok farklı, çok bilinmedik şeyler söylemiyoruz. Önemli olan duymayı istemek. Önemli olan çözmeyi istemek. Bu bir tercih.
Bir yapı mülkiyeti ister devlette, ister gerçek kişilerde, isterse özel kuruluşlarda olsun doğrudan toplumun güvenliğini, tarihini, kültürünü, konforunu, ekonomisini ve çevresini etkileyen kamusal bir varlıktır. Ülkemizde var olan yapı stokunun büyük çoğunluğu, deprem yönetmelikleri dikkate alınarak yapılmadı. Yapılar ya mühendislik hizmeti olmadan üretildi ya da yeterli düzeyde mühendislik hizmeti almadı.
‘7 MİLYON RİSKLİ YAPI’
TBMM’nin İzmir Depremi sonrası kurduğu Araştırma Komisyonun Temmuz 2021 tarihli raporuna göre Türkiye’de 10 milyon civarında olan yapı stokunun 6-7 milyon civarında olan kısmı riskli yapı statüsünde. Bu risk ortadan kaldırılmadığı veya azaltılmadığı sürece ülkemiz büyük yıkımlarla defalarca yüzleşeceği gibi, depremler sonrası müdahalelerde de yetersiz kalmaya mahkûm olacaktır.
‘TERCİH HALKTAN DEĞİL RANTTAN YANA’
TBMM’nin 6 Şubat depremlerine ilişkin çıkarmış olduğu Mayıs 2023 tarihli raporundan anlaşıldığı üzere, son 11 yıl içerisinde ülke genelinde sadece 238 bin civarında riskli yapıya “Kentsel Dönüşüm” adı altında müdahale edilerek yenilenmesi sağlandı. Yani 2012 yılından bu yana riskli olduğu varsayılan yapı miktarının sadece yüzde 3-4 civarındaki kısmı yenilenebildi. Sözün özü, Siyasi iktidar tercihini halktan yana değil ranttan yana yaptığı sürece, kamusal sorumluklarını özelleştirmeci bir anlayışla piyasaya devrettiği sürece, devleti herkesin ayrım gözetmeksizin uymak zorunda olduğu kurallarla yönetmek yerine şirket gibi yönettiği sürece bizler bu felaketleri yaşamaya devam edeceğiz ne yazık ki…
Maalesef hayır. Hiçbir ders alınamadığı gibi siyasi iktidar geçmişte yaşadığımız depremlerde olduğu gibi 6 Şubat depremlerini de siyasi bir rant olarak kullanıldı. Birçok kanunda değişiklik yapılarak depreme hazırlık amacına değil, yurttaşların hakları yok sayılma pahasına şehrin değerli alanlarını yıkıp yeniden inşaat rantı yaratmaya yönelik bir yasa yürürlüğe konuldu. Yapılan değişiklikle geçmişte çoğunlukla kamu mülkiyetinde olan boş araziler rezerv yapı alanı olarak ilan edilirken üzerinde yerleşim mevcut olsa dahi herhangi bir yer, eviniz, oturduğunuz sokak, ikamet ettiğiniz mahalle rezerv yapı alanı olarak belirlenebilir, tapulu evlerinizden çıkarılabilir ve mülkünüz “gelir ve hasılat getirecek her türlü uygulama” için kullanılabilir duruma getirildi.
‘ÖLÇÜSÜZ ARZU’
İktidarın “istediği kentin istediği bir bölgesini riskli alan olarak ilan edip derhal yıkıma başlama ve ranta kavuşma” arzusu o denli ölçüsüzdür ki; Yasa değişikliğinde vatandaşın muvafakati olmasa bile kolluk kuvvetleri müdahalesiyle konuta zorla girilmesi ve resen işlem yapılması öngörüldü. Peki bu kez ben size sorayım… Sizce 6 Şubat depremlerinden gereken ders alınmış mıdır?
Eski Çevre ve Şehircilik Bakanı halen AKP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Murat Kurum, son imar affının altında imzası olan kişidir.
Biz her türlü imar affına karşıyız ancak son çıkarılan imar affıyla daha öncekilerden farklı olarak hiçbir ruhsat sürecine girmemiş veya ruhsat ve eklerine aykırı olarak inşa edilmiş her türlü yapıya “sadece sahiplerinin beyanı ile” hukuki geçerlilik kazandırıldı. Sayın Kurum bu bağlamda bizim nezdimizde önemli bir kamusal suçun ortağıdır.
‘RANT AKTARIMININ GEREKÇESİ: RİSK’
Ülkemizin deprem gerçeği hiç vakit kaybetmeksizin tüm önlemleri almayı, topyekûn mücadeleyi gerektiren siyaset üstü bir konudur. Sorunlar ortaya çıkmadan bunları öngörebilen, sorunlara bilimsel, teknik, hukuki ve akılcı yöntemlerle çözüm üretebilen, beklenmedik ve ani krizlere karşı hazırlıklı olan ve alternatif çözümler ortaya koyabilen dirençli kentleri bir an öce kurmalıyız. Ancak AKP iktidarı her koşulda izlediği “ikiyüzlü” kentleşme politikasından vazgeçmiyor, “riski”, rant aktarımının gerekçesi haline dönüştürüyor.
‘VAATLER BOŞ’
Dün deprem bölgesindeki halkı bir yıl içinde kalıcı konutlara yerleştireceğini iddia ederken bugün deprem güvenli kentler yaratacağının sözünü veriyor. 22 yıllık iktidarında ülke ekonomisini üretim yerine arazi rantı üzerinden temellendiren, hiçbir insani, hukuki, ulusal ya da evrensel değer ve kuralı tanımaksızın ülkemizi ve kentlerimizi görülmemiş ölçüde yağma ve talana açan bir iktidarın bu vaatleri ayakları yere basmayan boş vaatler gerçekte.
Kentler ve yerel yönetimler ülke politikalarının doğrudan uygulama alanı olması nedeniyle siyasetin ve sermayenin de ilgi odağındadır. İstanbul, gerek barındırdığı nüfusla gerekse Gayri Safi Yurt İçi Hasılanın yaklaşık üçte birini üretmesi nedeniyle ülke ekonomisinde önemli bir paya sahip olduğu için çok daha vazgeçilmez bir önemde.
Bakınız Son 12 yılda İstanbul’da riskli olduğu iddiasıyla dönüştürülen bina oranı yüzde 13 civarında olmasına karşın, bu dönüşümlerle yaratılan bağımsız bölüm sayısı yüzde 85 artmıştır. Bu durum rantla birlikte kentsel yoğunluğu artırırken, bir yandan kentsel altyapı üzerinde bir baskı oluşturup diğer yandan yapısal risklerin kentsel risklere dönüşmesine neden oluyor.
İstanbul’da kentsel dönüşüm ile yaratılan rant değerinin 85 milyar dolar civarında olduğu söyleniyor. Bu rakam İstanbul’daki 600 bin civarında olduğu düşünülen riskli yapının güvenli hale getirilmesi için ihtiyaç duyulan finansmanın birkaç katı büyüklüğünde.
‘YENİ RANT GÖSTERGESİ’
Sayın Kurum’un basına yansıyan açıklamaları da, öngördükleri kentsel dönüşümün salt eski olanın yıkılıp yerine yenisinin yapılması ile sınırlı olduğunu gösteriyor. Kendi ifadelerine göre “5 yılda 650 bin yatay mimari eksenli konut inşa edilecek. Bunun 300 bini KİPTAŞ eliyle yapılacak. Yerinde dönüşüm ile 250 bin konut yapılacak.”
Eski olanın yıkılıp yerine yenisinin yapılması kentsel dönüşüm yöntemlerinden sadece biridir. Kentteki tüm binalar yıkılıp yeniden yapılamayacağına göre bina envanter çalışması yapılarak mevcut yapı stokunun ne kadarının yeniden yapılacağının ne kadarının ise güçlendirilebileceğinin belirlenmesi gerekir.
Bu rakamlar da bize amacın deprem dirençli bir kent yaratmaktan öte bir rant alanı yaratılmaya çalışıldığını açıkça göstermektedir.
160’tan fazla üniversitede mühendislik, mimarlık ve şehir planlama eğitimi veriliyor. Her yıl yaklaşık 60 bin yeni mezun iş hayatına başlıyor. 2023 yılı sonunda TMMOB’nin yaklaşık üye sayısı 700 bin civarında.
Okul sayısının artması okullar arasındaki eğitim öğretim geleneği, eğitimin düzeyi, öğretim elemanı nitelik ve nicelikleri, mekânsal, sosyal ve teknolojik olanaklar açısından eşitsizlikleri ve farklılıkları hızla artırıyor. Bugün üniversitelerde verilen eğitimin niteliği önemli bir tartışma konusu haline geldi.
‘NİTELİKSİZ EĞİTİM DİRENÇLİ KENTE ENGEL’
Eğitimdeki kalitenin düşüşü yanlış, kusurlu mesleki uygulamaları da beraberinde getiriyor. İnsan odaklı olan mesleklerimizin yanlış uygulanması, doğal ve kültürel çevrenin tahribine, insan sağlığının risk altına sokulmasına ve hatta ortadan kaldırılmasına, toplumsal yaşamın dönülemez zararlara uğratılmasına kadar varan sonuçlara neden olabiliyor. Hiç kuşkusuz depremden etkilenen kentlerimizde tek sorun mühendislik, mimarlık hizmetlerindeki yetersizlik değildir. Ancak diğer pek çok etkenin yanı sıra mühendislik eğitiminde bilinçli olarak yaratılan kalite düşüşü de deprem dirençli kentlerimizin yaratılamamasında önemli bir etkendir.
Bir dönemin en gözdesi olarak görülen mesleklerimiz bugün diplomalı işsizliğin, güvencesiz bir geleceğin, açlık ve yoksulluk sınırı altında ücretlerle çalışmanın sembolü haline gelmiş durumda. Bu durum hem insanlık onurumuzu hem meslek onurumuzu zedeliyor. Meslek itibarımız yerle bir edilirken, özlük haklarımız da giderek budanıyor. Gerek kamuda gerek özel sektörde her türlü mühendislik, mimarlık ve şehir planlama hizmetlerini, planlama, projelendirme, uygulama ve denetleme işlerini yürüten tüm meslektaşlarımızın koşulları giderek daha da fazla zorlaşıyor. Tek adamın himayesine girmiş bir düzende, kamu kurumlarında çalışan meslektaşlarımız siyasi baskı ve sürgün tehdidi altında, düşük ücret, kadro sorunu, özlük haklarının ihlal edilmesi, düşük ek göstergeler gibi birçok sorun ile yüz yüze kalıyor.
Özel sektörde çalışan meslektaşlarımızın tamamına yakını yatırımların durması, projelerin iptal edilmesi, reel sektörün tıkanması gibi sorunlardan doğrudan etkileniyor. Mühendis, mimar ve plancılarının büyük çoğunluğu asgari ücrete çalışıyor. İşsizlik, esnek çalışma, güvencesizlik, sağlıksız çalışma koşulları ve reel ücret kaybı gibi sorunlar özel sektörde çalışan tüm meslektaşlarımızı tehdit ediyor.
‘FATURAYI GENÇLER ÖDÜYOR’
Ülkemizde genç işsizliği oranı oldukça yüksek. Ekonomik daralmanın ağır faturasını gençlerimiz ödüyor. Belirli bir istihdam politikası gözetilmeksizin ülkenin her bir kentinde açılan üniversiteler, mezun sayısını gereğinden fazla artırmış olduğundan üniversite mezunu gençlerde işsizlik oranı daha da yüksek. Bu şartlarda yaşamak istemeyen meslektaşlarımız da doğal olarak geleceğini yurt dışında arıyor.
Elimizde rakamsal bir veri yok ne yazık ki. Ancak nitelikli bir eğitim alan, köklü üniversitelerden iyi derecelerle mezun olmuş birçok genç meslektaşımızın, mesleki, maddi ve sosyal tatminsizlik nedeniyle geleceğini yurtdışında aradığı da bilinen bir gerçek.
EMİN KORAMAZ KİMDİR?
1959’da Kayseri’de doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Ankara’da tamamladı. 1984’te ODTÜ Makina Mühendisliği bölümünü bitirdi. Özel sektörde mekanik tesisat alanında çalışıyor. 1996- 2010 yılları arasında TMMOB Makina Mühendisleri Odası’nda saymanlık, genel sekreterlik, başkan vekilliği ve oda başkanlığı yaptı. 2012- 2016 yılları arası ise Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat İçin Vakıf Yönetim Kurulu başkanlığı görevinde bulunan Koramaz, 2016’dan itibaren TMMOB yönetim kurulu başkanlığı görevini sürdürüyor.
GÜNDEM
14 Kasım 2024SPOR
14 Kasım 2024GÜNDEM
14 Kasım 2024SPOR
14 Kasım 2024SPOR
14 Kasım 2024GÜNDEM
14 Kasım 2024GÜNDEM
14 Kasım 2024